Hayat seni bir köşeye sıkıştırır. Ama bunu öyle açık açık yapmaz. Kahkaha attığın bir masada, aşık olduğun bir anda, hayatının iyi gittiğini sandığın bir öğle sonrası bir anda köşeye sıkışıvermiş bulursun kendini. Seçim yapmak zorundasındır. Ve bilirsin, bu seçim hayatını değiştirecek. Ama bilmediğin şey şu: Ne seçersen seç, hayatın değişecek evet, ama acı hep seninle kalacak.
Birini seçersin. Birini bırakırsın. Kalbini değil, mantığını dinlersin belki. Ya da tam tersi. O an ne yaparsan yap, sonra bir gece olur. Gece sessizdir. Uyumazsın. Tavana bakarsın. Yüreğin ağırlaşır. İçinden bir cümle dökülür: “Acaba öbürünü seçseydim?” Bu cümle var ya… Ömrünün geri kalanında seni yalnız bırakmaz. O cümleyle kahvaltı yaparsın, o cümleyle işe gidersin, o cümleyle sevişirsin, gülerken bile içinde bir parça burukluk taşır o cümle.
Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Seçtiğine değil, seçemediğine bağlanır. Olasılıklar cehenneminde yanar. Kaybettiği ihtimalleri düşünür, büyütür, kutsar. O yüzden her seçim bir tür yas, her karar bir tür mezardır. Sen yeniye adım atarken, içindeki bir şey ölür. Ve sen, onu toprağa gömmeden yürümeye çalışırsın. Ama o hep peşinden gelir. Omzuna oturur. “Beni niye seçmedin?” der. Sen sustukça o konuşur.
Bazen bir şehirden kaçarsın. “Burası bana göre değil,” dersin. “Yeni bir başlangıç yapmam gerek.” Başlarsın. Yeni sokaklar, yeni kahveler, yeni insanlar… Ama bir gün bir koku duyar, bir şarkı işitir, eski bir mesajı açar, durursun. Kalbinin tam ortasında o eski sokak belirir. Yaşanmamışlık, eksiklik, geri dönüşü olmayan bir zaman gibi çöker üzerine. Ve sen yine sorarsın kendine: “O şehirde kalsaydım ne olurdu?” Cevabını bilirsin aslında. Orada da mutsuz olacaktın. Sadece başka duvarlara yaslanıp başka caddelerde üşüyecektin.
İnsan, kendi mutsuzluğunu bile özler bazen. Çünkü tanıdık olanın acısı, bilinmeyenin korkusundan iyidir. Bu yüzden değişim zordur. Ama kalmak da kolay değildir. Hiçbir yerde uzun süre tutunamazsın. Çünkü seçim dediğin şey, zamanla içini kemiren bir karara dönüşür. Ve bu karar, bir gün seni olduğun yerden söküp atar.
Dostlarını seçersin. Aileni bile bazen mesafe koyarak yeniden seçersin. Birinin elini tutarsın, “seninle yürüyeceğim,” dersin. Ama sonra o yürüyüşün içinde kaybolursun. Ya kendini unutursun ya da onu. Ve başlarsın geriye bakmaya. “Yalnız kalsaydım daha mı iyiydi?” diye düşünürsün. Ama o yalnızlık da sana başka türlü acı verir. Ne yapsan, bir yanın eksik kalır.
Bu hayatta tam diye bir şey yoktur. Her şey biraz eksik, biraz yarım, biraz keşke. Bu yüzden kararların seni tam yapmaz. Sadece hangi eksiklikle barışacağını seçersin. Ve işte tam burada özgürsündür. Ne yaparsan yap, hayat seni bir şekilde yaralayacak. Ama hangi yara senin olacak, onu sen seçersin. Acının boyunu, şeklini, yerini belirleyemezsin belki ama hangi acıyla yaşayacağını belirleyebilirsin. Bu bir güç değil ama bir tutunma şeklidir. Bu da yetiyor bazen. Çünkü başka hiçbir şeyin sahibi değilsin.
Mutluluk geçici, başarı yalan, aşk bile çoğu zaman tesadüfi. Ama acı kalıcı. Ve sen onu nereye koyacağını kendin belirlersin. Onunla barışır mısın, döver misin, şiire mi dönüştürürsün… Sen bilirsin. Ama başkalarının sana dayattığı acıya katlanmaktansa, kendi ellerinle seçtiğin acının tadı başkadır. Daha sahicidir. Daha dürüsttür.
Ve hayat işte o dürüst acıların toplamıdır.
Sevinç geçer, başarı unutulur, aşk küllenir ama acı…
Acı kalır.
Ve o yüzden:
Acını seçmekte özgürsün. Çünkü başka hiçbir konuda değilsin.
ACT'ın (Kabul ve Kararlılık Terapisi) "Acı evrenseldir." prensibini çok güzel bir şekilde anlatmışsınız. Ayrıca Lacan'ın eksiklik kavramını da... Kaleminize sağlık. 🖋️