"Beni gören biri olacak mı?” – Palmer Üzerine Bir Yüzleşme Yazısı
Bazı insanlar hayata sıfırdan değil, eksiden başlar. Henüz doğmadan kimliğini, kaderini, üzerine yapışacak yargıları belirleyen bir sistemin içine düşer. Kimi zaman bir sabıka kaydıdır bu, kimi zaman bir annenin bağımlılığı, kimi zamansa sadece toplumun “farklı” olana karşı gösterdiği acımasız refleksler. Palmer, işte tam da bu ekside başlayan iki hayatın –bir yetişkinin ve bir çocuğun– birbirine tutunarak sıfıra, hatta belki artıya çıkma hikâyesi.
Eddie Palmer, dışarıdan bakıldığında hatalar zincirinden oluşmuş bir adam. Çocukken gelecek vadeden bir sporcuyken, bir olay yüzünden kendini parmaklıklar ardında buluyor. Yıllar geçiyor, kasabasına geri dönüyor. Ama hayat, seni bir kez yere serdi mi… toplum tekrar ayağa kalkmana pek izin vermez. Palmer’ın ruh hali, sessiz bir çığlık gibi. İçine bastırılmış öfke, geçmişe duyulan pişmanlık, geleceğe dair umut eksikliği… Her şeyiyle bir “kayıp adam.”
Kasaba halkı onu asla affetmemiş. Bakkalın bakışı değişiyor, öğretmenler temkinli, işverenler tedirgin. Sanki Palmer hâlâ suçluymuş gibi. Aslında onun cezası bitmemiştir; hapis duvarlarının yerini artık insanların önyargıları almıştır.
Bir gün, bu sessiz, neredeyse küsmüş hayata, bir çocuk giriyor: Sam.
Sam, henüz ilkokul çağında. Ama hayatı, bir yetişkinin bile kaldıramayacağı kadar ağır. Annesi –Shelly– uyuşturucu bağımlısı, sabahları evde yok, geceleri eve dönse de bilinçli değil. Baba ise yok. Sam’in dünyasında, güvenecek bir yetişkin figürü neredeyse hiç olmamış. Giydiği elbiseler, oynadığı oyuncaklar, kurduğu hayaller bile onu yalnızlaştırıyor. Çünkü o, “erkek çocuk gibi olmayan” bir erkek çocuk. Ve bu, küçük bir Amerikan kasabasında affedilmeyecek bir “günah” gibi görülüyor.
Çocukların dalga geçmesiyle başlıyor her şey. Sonra yetişkinlerin imaları. Ardından öğretmenlerin bile “uyarıcı” tavırları. Sam, toplumun kalıbına sığmadığı için dışlanıyor. Kendi gibi olduğu için cezalandırılıyor. En kötüsü de şu: Hiç kimse ona “sen olduğun gibi güzelsin” demiyor. Ta ki Palmer gelene kadar.
İlk başta Palmer da Sam’i istemiyor. Zaten kendi hayatıyla baş edemeyen bir adam, bir çocuğun yükünü nasıl taşıyabilir? Ama Sam’in gözleri… işte orada bir şey değişiyor. O gözlerde bir tür sessizliği tanıyor Palmer. Çünkü o sessizliğin içinden kendisi de geçmiştir zamanında. Sahipsizliğin, korunmasızlığın, içten içe “acaba biri beni sevecek mi?” diye haykıran bir ruhun bakışı o.
Ve zamanla, her şey yavaş yavaş inşa ediliyor. Bir kahvaltı masasının etrafında. Okula yapılan kısa bir yürüyüşte. Akşam televizyon karşısında birlikte geçirilen birkaç dakikada. Palmer, Sam’in yalnızlığına sadece eşlik etmiyor. Onu kabulleniyor. Olduğu gibi. Onu değiştirmeye çalışmadan. Onu susturmadan. Onu küçümsemeden.
Ve Sam… ilk defa biri tarafından görülüyor. O yüzden Palmer’a öyle büyük bir bağlılık geliştiriyor. Çünkü çocuklar kendilerini güvende hissettikleri yerde çiçek açarlar. Ve Sam de, Palmer’ın yanında açıyor. Giydiği elbiseyle, oynadığı bebekle, istediği gibi var olabildiği o kısa ama kıymetli anlarda.
Ama bu ilişkiyi toplum kabullenmiyor. “Suçlu” bir adamla “farklı” bir çocuğun oluşturduğu bağ, insanlara rahatsızlık veriyor. Çünkü toplum, farklılığı sever gibi yapar ama sadece uzaktan. Onunla aynı sofraya oturamaz, onunla aynı sokakta yaşamak istemez. Palmer’ın geçmişi, Sam’in kimliği, ikisini de toplumun dışına itiyor.
Ve Palmer, ilk defa susmamaya karar veriyor.
Çünkü ilk defa biri için savaşmaya değer olduğunu hissediyor. Sam onun “kurtarması gereken” bir çocuk değil, birlikte iyileşebileceği bir ruh. Ve Palmer da ilk defa kendini birinin gözünde iyi biri olarak görüyor. Bu, hayatında hiç tatmadığı bir duygu. Cezaevi duvarlarından, soğuk bakışlardan, reddedilmekten başka bir şey görmemiş bir adamın içinde ilk defa bir sıcaklık oluşuyor. Sevilme isteği değil bu. Sevmeye hakkı olduğunu fark etme hali.
Film boyunca seni susturan çok şey oluyor.
Bir çocuğun sabah kahvaltısını kendi hazırlamak zorunda oluşu. Bir yetişkinin, her iş görüşmesinden eli boş dönmesi. Komşuların konuşmaları. Okulda yapılan alaylar. Sessiz geçen akşam yemekleri. Ve sonra, o bir cümle:
“Ben sadece biri tarafından sevildiğimi bilmek istiyorum.”
Bu, Sam’in de Palmer’ın da ortak hayali aslında. Hayatları boyunca, biri tarafından gerçekten sevildiğini, kabullenildiğini, “olduğu gibi” değerli bulunduğunu bilmek.
Bir Çocuk Bir Adamı Değiştirirse
Palmer, sadece “farklılık” temalı bir film değil. Aynı zamanda ikinci şans üzerine, görünmeyen bağlar üzerine, sevginin en kırık ruhları bile nasıl sarabildiği üzerine bir film. Büyük laflar etmeden, ağdalı repliklere başvurmadan, karakterlerin sessizliğiyle konuşuyor.
Filmi izledikten sonra içini bir burukluk kaplıyor. Çünkü sen de biliyorsun; gerçek hayatta Palmer gibi biri o çocuğun elini tutmazsa, Sam gibi çocuklar sessizce büyür. Sessizce kaybolur. Ve biz, sonra “Neden böyle oldu?” diye sorarız.
Palmer o yüzden önemli. Çünkü hiçbir kahramanlık iddiası olmadan, sadece iyi bir insan olmaya çalışan biri var merkezde. Ve bazen sadece bu bile dünyayı değiştirebilir.