Bi’ yemeğe bile çıkamamışım.
Bu kadar basit, bu kadar net bir cümle.
Ama içinde o kadar çok “yapamamışlık” var ki, insan baştan aşağı içine gömülüyor.
Yemek dediğin şey zaten midene giden bir şey değil bu saatten sonra, zamana, özene, kendine ayrılmış küçük bir onay gibi.
Bir durma anı.
Bir “yaşıyorum” deme şekli.
Ama ben hiç dememişim.
Durmamışım.
Oturmamışım.
Sadece geçmişim.
Yemek masasında hiç oturmadım desem yeridir.
Hep ayakta, hep bir yerlere geç kalmış gibi, hep bir şey yetiştirmeye çalışırken “atıştırmalık” hâlinde geçmiş zamanlar.
Yemek yemek bile hakkım değilmiş gibi.
Sanki önce bir şeyleri çözmem gerekiyormuş.
Sanki tok olmak, kendimi şımartmakmış gibi.
Ve ben o şımartmayı hiç kendime konduramamışım.
Geceler…
En çok gecelerde büyümüş bu açlık.
Çünkü gece çöktüğünde herkes yatıyor.
Ama benim içim hâlâ ayakta.
Kafam susmuyor, düşünceler bağırıyor.
Saat gece 03.07.
Moda sahilindeyim.
Ne yürüyüş gibi, ne kaçış gibi.
Sadece oradayım.
Oturuyorum.
Taş gibi banka yapışmışım.
Soğuk ama olsun, içim daha soğuk.
Yanıma biri geliyor.
Tinerci.
Göz göze geliyoruz, ama birbirimizi tanımıyoruz.
Oturuyor.
“Çakmak var mı kanka?”
Var.
Veriyorum.
Sessizlik oluyor sonra.
Ne ben konuşuyorum, ne o.
Ama beraber susuyoruz.
Sonra bir cümle:
“Açım lan.”
Bütün geceyi bıçak gibi kesiyor.
İki kelime.
Benim içimden çıkamayan ama içimde en çok yankılanan iki kelime.
Ben de açım.
Ama ben diyememişim.
O demiş.
Net.
Sade.
Yüzüme çarpmış.
“Gel bi büfeye gidelim,” diyorum.
Başını sallıyor.
Yürüyoruz.
Simit yok, fakir nostaljisi yapmıyoruz.
Sosisli.
Bol ketçap, bol mayonez.
Ayakta yiyoruz.
Plastik tabakta, poşetten peçete çekiyoruz.
O hızlı yiyor.
Ben yavaş.
Çünkü açlık bende sadece midede değil.
Boğazda, kafada, kalbin ucunda bir yerlerde sıkışıp kalmış.
Sosislinin sıcaklığı geçici bir oyalanma.
Ama o anlık “doydum lan” hissi bana yıllardır yaşamadığım bir duyguyu hatırlatıyor.
Yemek yemiş gibi değilim.
Hayatta kalmış gibiyim.
Yemek bitiyor.
“Eyvallah,” diyor.
Ve gidiyor.
Arkasına bakmıyor.
Teşekkür yok, hikâye yok, drama yok.
Sadece “eyvallah.”
Ve o iki hecelik kelime, o gece bana en çok şeyi anlatıyor.
Ben kalıyorum.
Sosislinin tadı gitmiş, ama içimde izi kalmış.
Sadece midem değil, sessizliğim de biraz doymuş.
Başka bir gece.
Başka bir açlık.
Başka bir çöküş.
Bu sefer saat iki.
Evdeyim ama içimde yine o aynı gürültü.
Kendime hiçbir şey diyemiyorum.
Uyuyamıyorum.
Çalışamıyorum.
Sadece bekliyorum.
Ve sonra kendimi Yoğurtçu Parkı’na atıyorum.
Elde marketten alınma su şişesi, içinde etil alkol.
Yanıma iki şarapçı geliyor.
Biri sessiz, diğeri küfrediyor.
Oturuyoruz.
İçiyoruz.
Sıra yok, ölçü yok, sebep yok.
Sadece içiyoruz.
Etil ciğeri kazıyor.
Ama beyin yavaşlıyor.
Kusuyor biri.
Diğeri sabit.
Ben içiyorum.
Ve ilk defa düşünmüyorum.
Boşum.
Ve rahatım.
Çünkü bazen hiçbir şey olmamak, her şeyi hissetmekten daha güvenli.
O gece sabah olmuyor gibi geliyor.
Ama oluyor.
Çöp kamyonları geçiyor.
İnsanlar uyanıyor.
Birileri koşuya çıkıyor.
Ben hâlâ parkta oturuyorum.
Midemde etil, içimde durulmuş bir kaos.
Ve yine açım.
Ama alışmışım.
Açlığın da ritmi var.
Yokluk da bir müzik gibi bazen.
Sessiz, ama tokat gibi.
Eve dönüyorum.
Duş almıyorum.
Kahve yapmıyorum.
Kendime “iyileş” demiyorum.
Sadece koltuğa oturuyorum.
Ve içimden geçiyor:
Bi’ yemeğe bile çıkamamışım.
Ama hâlâ çıkacak bir yer varmış gibi yaşıyorum.
Hâlâ yukarı bakıyorum.
Tepelere.
Ne var orada bilmiyorum.
Ama burası ağır geliyor.
Ve bazı geceler çıkmak değil, tamamen yok olmak istiyorum.
Ne uyumak, ne uyanmak…
Sadece kaybolmak.
İz bırakmadan.
Hiç yaşanmamış gibi.
Çünkü artık düşüncelerim yürümüyor, sürünüyor.
Kendimi taşımıyorum, sürüklüyorum.
Ve her adımda daha da eksiliyorum.
Gecenin bazı saatleri oluyor,
artık ölüm fikri bile korkutmuyor.
Çünkü ölüm, dinlenmek gibi geliyor.
Uykusuzluktan çatlamış bir beynin,
ilk defa sessizlik bulacağı bir ihtimal gibi.
İnsan bazen “dayanmalıyım” demiyor artık,
çünkü neden dayandığını bile unutuyor.
Ve o noktada ne dua kalıyor,
ne dilek,
ne plan.
Sadece gözleri açık bir çöküş.
Ama sonra…
bir sabah daha oluyor.
Alarm çalıyor.
Işık sızıyor.
Ve ben yine kalkıyorum.
Kendimi bile anlamadan.
Çünkü işin boktan yanı şu:
Bazen hiçbir şey kalmamışken bile,
insan hâlâ yaşar gibi yapıyor.
Sadece alışkanlıktan.
Sadece öyle öğretildiği için.
Sadece çöküş bile düzenli hale geldiği için.
Ve o an içimden bir “belki” geçiyor.
Belki bugün bir şey olur.
Belki bir şey değişir.
Belki biri sorar.
Belki kendimi hatırlarım.
Bilmiyorum.
Ama hâlâ,
bir şey olurmuş gibi davranıyorum.
Bu, umut değil.
Bu, çürümüş bir inat.
Kokuşmuş ama hâlâ diri duran bir umut kalıntısı.
Sıvılaşmış bir inanç gibi.
Tutarsız ama yapışkan.
Ve o çürük umutla,
bir sabah daha başlıyor.
Yine aç.
Yine eksik.
Yine “bi’ yemeğe bile çıkamamışım” diyerek.
Ama yine de çıkacak bir yemek varmış gibi yaşıyorum.
“Yokluk da bir müzik gibi bazen.
Sessiz,ama tokat gibi” bu his cok tanıdık geldi