Bazen gecenin tam ortasında, kimsenin yazmadığı bir sohbette, kendi kendime soruyorum:
Neden hâlâ buradayım?
Ne bok yemeye yaşıyorum?
Hayat, benim için tam olarak neyi temsil ediyor?
Ve yıllardır bu soruların peşindeyim ama… hâlâ bir cevaba ulaşamadım.
İnsan cevabı dışarda arıyor önce. Ama zamanla anlıyorsun: en karanlık soru bile içerden geliyor
Şunu dürüstçe söyleyeyim:
Ben bazen sabahları uyanmak istemiyorum.
Bazen uyanınca “keşke dün gece ölseydim” diyorum.
Bunu söylemek ayıp değil artık.
Çünkü yaşamak bile lüks oldu,
Ve ben hayatta kalmaya çalışırken ruhumu defalarca kaybettim.
2024 Eylül ayında kendimi öldürmeye karar verdim.
Sakince, kararlı bir şekilde.
Beş saniye bile tereddüt etmedim.
Bu dünyadan gitmenin fikri beni korkutmadı.
Aksine bir tür huzur gibi geldi.
Sanki her şey sonunda bitecek,
Yorgunluk, hayal kırıklığı, acı, öfke… hepsi.
Ama ölmedim.
Çünkü üç sebep geldi aklıma.
Yaşamak için üç sebep buldum.
İsim bile sayabildim.
Ve sırf onları düşündüğüm için kalmaya karar verdim.
Ama açık konuşayım…
Bazen keşke o üç sebebi hatırlamasaydım diyorum.
Keşke o anı bozan o ışık parlamasaydı kafamda.
Çünkü bazı günler gerçekten… devam etmek ölümden daha zor geliyor.
Kasım 2024’de epilepsi nöbeti geçirdim.
Büyük bir kriz.
Yoğun bakıma alındım.
Doktorum aileme dedi ki:
“Eğer Anıl’ı entübe edersek, dönemez bu çocuk.”
Entübe edilmedim.
Ama döndüm mü?
Hayır.
Sosyal hayata dönememek diye bir şey var.
O hastane yatağında sadece kaslarım değil, hayata olan bağım da tutuldu.
Gülmeyi unuttum.
Bir kafede oturmayı, birine sarılmayı, bir muhabbetin içinde eriyip gitmeyi…
hepsi bitti.
İnsanlar beni seviyor.
Ben sevilmek istemiyorum.
Sevilmek sorumluluk gibi geliyor.
Çünkü ben kimseyi hak etmiyorum gibi.
Benimle olmak yük gibi.
Benim geçmişim, zihnim, halim…
hiçbiri normal değil.
Küçükken felç geçirdim.
Annem ilgilendi.
O beni büyüttü, taşıdı.
Ben sürünürken o dimdik durdu.
Ona çok şey borçluyum.
Ama borçlar sadece parayla ödenmiyor.
Bazı borçları hayat boyu taşıyorsun,
Ve o yük, omuzdan değil kalpten düşmüyor.
Benim bir çantam var.
İlaç çantası.
Hayatla aramdaki son bağ.
Her gün içtiğim dozlar, beni hayatta tutan ama içimi boşaltan o ilaçlar.
Yanımda bir de not defteri taşırım.
Hayatım orada.
Şifrelerim, projelerim, unutmamam gereken her şey.
Arkadaşlarımın doğum günlerini bile not alırım çünkü aklım almıyor artık.
Ama eksik kalır hep.
Ben hep eksik kaldım zaten.
Eren, Uğur, Emre, Burcu, Doğu ve ismini yazamadığım diğer dostlarım ve büyüklerim…
Hep yanımda oldular.
Ama ben onlara karşılık veremedim.
Ben onların Anıl’ı olamadım.
Hep mağaramda kaldım.
Bir adım bile dışarı atamadım.
Mağaram güzel galiba.
Sessiz.
Kimse soru sormuyor.
Ümraniye güzel yerdi.
Han var orada, dövme yapar.
Lokalim vardı, “evim” dediğim.
Kaybettim onu da.
Her şeyi elimle kaybettim.
Benim elim kırmak için yapılmış galiba.
Sevmeye değil.
İş kurdum, battım.
Tekrar denedim, tekrar battım.
İnsanlar bana inandı.
Ben kendime bir kere bile inanamadım.
Galiba ben gittiğim her yere acı taşıyorum.
İnsanların yanında olsam da bir boşluk getiriyorum yanımda.
Bir uğursuzluk gibi,
Bir suskunluk gibi.
Ve o gece sadece yürüdüm.
Adımlarımı saymadan, yolumu bilmeden.
Bir iki güzel anı hatırladım.
Ama o anıların sahipleri artık yok.
Varsa da ulaşamıyorum.
Zaman araya perde çekmiş.
Ve o anılar şimdi sadece sızlıyor.
Mental erozyon…
Diye bir şey var.
Beynimin içi her gün biraz daha ufalanıyor.
Ruhum yavaş yavaş delik deşik oluyor.
İçimden geçen her şey bulanık.
Ne sevincim net, ne üzüntüm berrak.
Sadece içimde bir bulanıklık var.
Her sabah gözlerimi açarken “bugün de bitecek mi?” diyorum.
Ve akşam olduğunda da “ne yaptım ki bugün?” diye kendimi yiyorum.
Sosyal hayat?
Yok.
Dışarı çıkmak için hazırlanmak bile bana ölüm gibi geliyor.
Toplu taşımada göz teması kuramıyorum.
Kafede biriyle oturmak…
Bana göre değil.
Zaten herkes birbiriyle konuşurken ben sanki başka bir boyuttayım.
Bedenim orada, ama ruhum çoktan başka bir evrene kaçmış.
Nisan 2025.
Aslında kardiyolojiye gitmemem gerekiyordu.
Planlı bir kontrol değildi bu.
Ama o sabah… göğsüm ağrıyordu.
Ağrı değil aslında, daha çok sıkışma.
İçeriden bir şey bastırıyordu.
Sessiz bir panik hali.
Gittim.
“Hocam, göğsüm ağrıyor.” dedim.
Baktı, “Acil anjiyo.” dedi.
Direkt Koroner Yoğun Bakıma alındım.
Oradan anjiyo masasına geçtim.
İşlem başladı.
10 dakika sonra,
doktor kafasını eğdi ve “Ablasyon ve renal denervasyon yapmamız gerek” dedi.
Bir an durdum.
“Şu an yapmasak olur mu?” dedim.
“Kapıda bekleyenim yok.”
Erteledi.
İlaçları dayadı.
“Bir ara mutlaka yaptırman gerek” dedi.
O “bir ara” hâlâ gelmedi.
Kalbim hâlâ tekliyor.
Tansiyonum hep yüksek.
İçimde bir yer, sanki sürekli fazla çalışmak zorundaymış gibi atıyor.
Ama her atış biraz eksik.
Her nabız biraz geç.
Ve ben hâlâ o masadaki gibi yalnızım.
Kapıda bekleyenim yok.
2026 Şubatına kadar toparlamam gereken çok şey var.
İlaçları azaltmam gerekiyor.
Kendime bir hayat çizmem gerekiyor.
Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.
Belki de yapamayacağım.
Ve bunu bilerek yaşamak bile başlı başına bir cehennem.
Terapi mi?
Lüks.
Param yok.
Ama yazmak… bedava.
Kelimeler beni duyuyor.
En azından yargılamıyorlar.
Hayat bir yapboz değil.
Çünkü parçalar eksik.
Eksik parçalarla bütün olmayı öğrenmem gerekiyordu.
Ama ben hep aynı parçaya takılı kaldım.
Ve kırdım.
Kendimi, insanları, evimi, işimi, sevgimi…
Her şeyi.
Ama ne olursa olsun…
2026’ya kadar bir şeyler düzelsin istiyorum.
Çünkü zorunda.
Çünkü başka yol yok.
Çünkü ya toparlanıcam ya da tamamen çözüleceğim.
Ve bu yazı…
Belki son değil ama en dürüst parçam.
Anıl bey, psikiyatri’ye gittiniz mi? Şu an depresyon belirtileri görüyorum sizde.. Çünkü ben de öyleydim. Babamı kaybettiğimde.. dünya dursun ben de onunla toprağın altına gireyim istiyordum. Ama öyle olmuyor. Herkesin bu dünyaya geliş amacı farklı. Sizin de bir amacınız var. Buna inanın. Buna inanmıyorsanız, bana inanın!
🫠