Birkaç ay boyunca gündüzleri evdeydim, geceleri sokakta. Hayatım o dönem iki ayrı akış gibi ilerliyordu. Sabahları duş alıp kahve içebildiğim, telefona bakabildiğim, çarşaflarını düzelttiğim bir evim vardı. Ama gece bastı mı hiçbirine tahammül edemiyordum. Işığı kapatıp yatağa girdiğimde, zihnim susmuyordu. O sessizlikte kendi sesimi duymak istemediğim için çıkıyordum. Yürüyordum. Beyoğlu’nda başlıyordum genelde, sonra Eminönü, bazen Sirkeci, ama en sonunda bir şekilde Kadıköy’e düşüyordum. Çünkü Kadıköy’de gece kalabalık değildi ama yalnız da değildin. Herkes biraz kendiyle, biraz biriyle. Herkes biraz bitmiş, biraz hâlâ oradaydı.
Metin Abi’yle ilk orada tanıştım. Moda’daki parkta, denize bakan taş bankta oturuyordu hep. Elinde sarı plastik bir poşet, içinde yarım ekmek, bazen bir haşlanmış yumurta, ve çoğu zaman şeffaf bir pet şişede etil alkol. Bir düzeni vardı. Poşet hep sağında dururdu. Şişeyi içtikten sonra dikkatlice kapatır, yerine koyardı. Kimseye bulaşmazdı. Oturur, denize değil ama ufka bakar gibi dururdu. Çok konuşmazdı ama birkaç hafta içinde hikâyesini parça parça öğrendim. Hayatı sandığın gibi dibe çakılarak değil, yavaş yavaş aşınarak gitmişti.
Eskiden muhasebeciymiş. Evi, arabası, eşi, iki çocuğu varmış. Ama bir şey eksikti ve onu hiçbir zaman adını koyarak anlatamadı. Belki sevgisizlik, belki kendi içindeki boşluk. İçkiye önce arkadaş masalarında başlamış, sonra yalnız içer olmuş. Kumar da gelmiş ardından. Başta eğlence, sonra ihtiyaç, en sonunda borçları ödemek için bir “çıkış yolu.” Ama çıkış olmadığını anlaması uzun sürmemiş. Parası gitmiş, huzuru gitmiş, güveni gitmiş. Evde sabahlara kadar dönüp duran kavgalar olmuş. Karısı gitmiş. Çocuklar onunla gitmiş. Sonra evden çıkmamış bir süre. Perdeleri kapatmış, telefonları açmamış. Ama o ev artık onun evi değilmiş. Bir gün kapıyı çekip çıkmış. Nereye gittiğini bilmeden, neden çıktığını sorgulamadan. O günden beri sokağın içinde ama kendi içinde daha da derin bir karanlıkta yaşıyor.
Metin Abi içtikçe susuyordu. Kimseye zarar vermiyordu ama kendine de bir iyilik etmiyordu. Onunla aynı bankta bazen bir saat geçiyordu, tek kelime etmeden. Ama o suskunluğun içinde öyle çok şey anlatılıyordu ki, konuşmak gereksiz kalıyordu. Çünkü bazen, en çok anlatacak şeyi olan insanlar konuşmaz. Çünkü konuşmaktan değil, anlatmaktan yorulmuşlardır.
Cevat Abi başka bir hikâyeydi. Onunla Rıhtım’da tanıştım. Gece saat üç civarı, hafif yağmur yağıyordu. Yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu. Kimi dinliyor bilmiyordum ama dinliyordu. Ağzından düşen kelimeler netti ama cümleler yorgundu. Ona yaklaştığımda hemen yüzüme baktı, sanki biriyle karşılaşmayı bekliyormuş gibi. Sustu, sonra sanki bir sohbetin ortasındaymışız gibi devam etti. Onun anlatacak çok şeyi vardı. Ama neyin gerçek neyin kurgu olduğunu ayırt etmek zordu. Kimi zaman bir üniversite okuduğunu, kimi zaman yirmi yıl taksi şoförlüğü yaptığını söylüyordu. Kimi zaman eşinden bahsediyordu, kimi zaman hiç evlenmediğini iddia ediyordu. Ama parçaları birleştirince bir acı sabit kalıyordu: terk edilmişti. Ya biri onu bırakmıştı ya da o kendini bırakacak kadar yalnızlaşmıştı.
Cevat Abi sürekli konuşuyordu çünkü konuşmak onun hayatta kaldığını hatırlamasını sağlıyordu. “Susarsam içimden başka sesler çıkacak,” dememişti ama ben öyle hissettim. İçinde bastırmaya çalıştığı bir şey vardı ve o bastırdıkça daha çok kelime dökülüyordu ağzından. Yanında küçük bir defteri vardı, zaman zaman çıkarır, okur ama kimseye göstermezdi. Sayfaları sararmış, yazılar titrek. Bir keresinde yere düşürdü, alıp uzatırken gözüme ilişti: bir sayfada şöyle yazıyordu: “Her sabah bir eksik kalkıyorum. Ama kim olduğumu unutmamak için kendime hâlâ sesleniyorum.” Bu cümle, onun bütün varoluşunu özetliyordu.
Her gece sabaha kadar oturduk bir köşede. O konuştu, ben dinledim. Sonra değiştik. Ben sustum, o dinledi. Ama çoğu zaman sadece sustuk. Çünkü bazı geceler anlatılacak hiçbir şey kalmaz. Sadece var olmak istersin. Varlığını bir banka bırakmak. Uyuyamamak. Sadece beklemek. Neyi, neden, ne zaman… bilmiyorsun. Ama bekliyorsun. Sabahı değil belki. Ama sabahla birlikte bir şey değişir umudunu. O değişiklik hiçbir zaman gelmez. Ama beklemek seni hayatta tutar.
Bir sabah döndüğümde Cevat Abi orada yoktu. Birkaç gün gelmedi. Sonra bir hafta. Sonra ben gelmeyi bıraktım. Çünkü bazı insanlar sadece geldiklerinde değil, gelmediklerinde de iz bırakır. Metin Abi ise bir sabah bankı terk etmişti. Aynı poşet, aynı şişe artık yoktu. Belki gitmişti. Belki gitmek zorunda kalmıştı. Belki orada hâlâ vardı ama artık görünmüyordu.
Bugün hâlâ gece yürüyüşlerimde o köşelere uğruyorum. Boşlar. Ama boşluğu belli eden bir şey var. Oturduğumda hâlâ o poşetin hışırtısını, o konuşmaların uğultusunu duyuyorum. Hâlâ biri saçını tarıyormuş gibi geliyor. Hâlâ biri elini cebine götürüp çakmak arıyor gibi. Hâlâ biri ağzını açmadan bir cümleyi yarım bırakıyor gibi.
Metin Abi’ye, Cevat Abi’ye ve onlar gibi aramızdan sessizce geçen, varlığını sokakta kanıtlayan herkese selam olsun.
'Denize bakar gibi değil ufka bakar gibiydi'
🧘🏻♀️🙏🏻🥺