Yolda yürürken ansızın önünüze kusursuz bir kuş tüyü düşer. Tam o sırada aklınızdan geçen soruyu onaylar gibi bir şarkı çalar radyoda. Gün içinde uzun zamandır görmediğiniz birinin ismini defalarca duyarsınız. Ve içinizde hafif ama net bir fısıltı belirir. “Bu bir işaret olmalı. Evren bana bir şey söylüyor.”
Çoğumuz hayat defterimizin sayfalarını çevirirken böyle küçük ve gizemli notlar ararız. Bazen karşımıza çıkan bu anları sanki kaderin önceden yazdığı değiştirilemez satırlar gibi okumaya meyilliyizdir. Oysa asıl soru tam önümüzde duruyor. Hayat hikayemizin pasif bir okuru mu olacağız yoksa kalemi cesurca elimize alıp kendi satırlarımızı mı yazacağız
İnsan doğası gereği bir anlam arayıcısı ve desen bulma makinesidir. Psikolojide buna apofeni denir. Rastgele veriler arasında anlamlı bağlantılar kurma eğilimi. Atalarımız için bu yeti bir hayatta kalma becerisiydi. Çalılıktaki hışırtıyı rüzgar değil de bir yırtıcı olarak yorumlamak hayat kurtarabilirdi. Bugün ise bu mekanizma bulutlarda yüzler görmemize kahve falında gelecek aramamıza ya da peş peşe denk gelen tesadüfleri işaret olarak yorumlamamıza neden oluyor.
Bu arayış yalnızca gündelik hayatta değil öğrenme süreçlerimizde de karşımıza çıkar. Düşünün İngilizce öğrenmeye başlayan biri ilk kez “break a leg” yani “bacağını kır” deyimini duyduğunda ne hisseder. Sahneye çıkacak birine neden böyle bir dilekte bulunulsun. Zihinde bir anda oluşan şaşkınlık ifadenin mantıksız ritüeli aslında anlam yaratma sürecimizin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Çünkü insan anlamı yalnızca bulmaz aynı zamanda sürekli inşa eder.
Sanat da bu gerçeğin en berrak aynalarından biridir. Geleneksel sanat örneğin bir Rönesans portresi çoğu zaman sanatçının net bir niyetiyle izleyiciye ulaşır. Mesaj sanatçıdan izleyiciye doğru akar. Ama yirminci yüzyılda John Cage gibi avangart isimler bu akışı tersine çevirdi.
Cage’in en ünlü eseri 4′33″ tam olarak dört dakika otuz üç saniyelik sessizliktir. Piyanist sahneye çıkar ve tuşlara basmaz. Başta salonda bir şaşkınlık olur. Ama sonra insanlar fark eder. Birinin öksürüğü klimanın uğultusu dışarıdan gelen siren sesi koltuğun gıcırtısı… Mutlak sessizlik yoktur. Eser o anda duyulan her şeydir. Her dinleyici o süre boyunca kendi benzersiz konserini deneyimler. Cage yalnızca bir çerçeve sunmuştur. Anlamı ise izleyici yaratır.
Hayat da çoğu zaman böyle işler. Olaylar olur. Onlar nötrdür. Zafer ya da yenilgi etiketlerini biz yapıştırırız. Psikologların anlatısal benlik dediği şey tam olarak budur. Kimliğimiz bize doğuştan verilmiş bir paket değil geçmişimizi şimdimizi ve geleceğe dair hayallerimizi birbirine bağlayarak sürekli yazdığımız bir hikayedir. Bazı anılarımızı parlatır bazılarını unuturuz. Olayları mevcut kimlik hikayemize uyacak şekilde kurgularız.
Kendi hikayeni yazmak ise bu gerçeği fark edip bilinçli şekilde kalemi eline almaktır. Bu pollyannacılık oynamak değil algının ve anlam yaratma gücünün farkına vararak onu yönlendirmektir.
Örneğin iş yerinde aldığınız bir eleştiriyi düşünün. İlk hikaye belki şöyle şekillenir
“Yine başarısız oldum bu iş bana göre değil” Bu kurban hikayesidir
Ama aynı olayı şöyle de yazabilirsiniz
“Şu konuda geri bildirim aldım geliştirmem gereken noktalar var” Bu nötr hikayedir
Ya da bambaşka bir bakış açısı
“Bu geri bildirim daha iyi olmam için bir fırsat. Bu zayıf noktamı nasıl bir güce dönüştürebilirim” Bu kahraman ya da öğrenen hikayesidir
Olay aynı. Fakat anlatı değiştiğinde duygu motivasyon ve gelecekte atacağınız adımlar da değişir.
Unutmayın yaşadıklarınız kim olduğunuzu yazan bir ferman değil yalnızca mürekkep. O mürekkeple zincirler mi yazacaksınız yoksa özgürlük şiirleri mi bu sizin seçiminiz.
Defter önünüzde. Kalem elinizde. Sayfalar boş ve sonsuz bir ihtimaller denizi gibi bekliyor. Bugün hangi hikayeyi yazacağınızı siz seçin. Ve hatırlayın anlattığınız hikaye yaşayacağınız hayata dönüşür.