Solan çiçeklerim mavi.
O rengi ben seçmedim.
Ama başka bir renkle yaşanacak bir hayat da çıkmadı karşıma.
Zamanla gözüm alıştı,
tenim alıştı,
hatta duygularım bile mavinin tonlarına göre şekil aldı.
Griye yaklaştım,
gece mavisine sürüklendim,
bazen de sisli bir sabah gibi gövdesiz kaldım.
Ama hiçbir zaman tam beyaz olmadım.
Ve bu da bana yetti.
Yirmi beş yıldır taşıyorum bu bedeni.
Kimi zaman dik durarak,
kimi zaman sürükleyerek.
Bazen bir evrak çantası gibi,
bazen ıslanmış bir battaniye gibi.
Ağırlaştı,
hafifledi,
ama hiçbir zaman “rahat” olmadı.
Çünkü içindekiler hiç sabit durmadı.
Düşüncelerim bazen benden önce gitti,
bazen geride kaldı.
Ben bir türlü yetişemedim.
İstanbul’da yaşıyorum.
Ama İstanbul’da “yaşamak”
başka şehirlerdeki “çabalamak” anlamına geliyor.
Burada kimse hayatta değil,
sadece herkes hayatta kalmaya çalışıyor.
Sabah yedi buçukta çalan alarm sesiyle uyanan binlerce insan
aynı anlama gelen binlerce farklı şey düşünüyor.
Kimi çocuğunun süt parasını,
kimi bugünkü iade talebini,
kimi sadece evdeki sessizliği.
Kimse tam olarak orada değil.
Ve kimse tam olarak “iyi” değil.
Koşmak zorundasın.
Kalkıp çorba içmeye bile çıkacak vaktin olmuyor bazen.
Bir e-posta, bir ödeme, bir fatura, bir rapor,
ve bir de kendini ayakta tutmaya çalışan omuzlar.
Gülümsemek bazen planlı bir hareket.
Kahkaha atarken karnın ağrıyor çünkü gülmeyi bile unutmuşsun.
İstanbul’da yalnızlık kalabalıkla çoğalıyor.
Kalabalık arttıkça sen daha çok kayboluyorsun.
Bir dolmuşa binip pencereden dışarı bakarken,
sadece şehir değil, kendin de geçip gidiyorsun.
Ve bir gün çıkmak istiyorsun.
Durmak değil, kaçmak da değil.
Sadece çıkmak.
Bir sesin içinden yürüyerek uzaklaşmak gibi.
Ve o an Tunceli düşüyor aklına.
Bir öğlen otobüsü.
Yol uzun,
ama içindeki ağırlık daha uzun.
Cam kenarına oturuyorsun.
Gidiyorsun.
Yolda konuşmuyorsun.
Müzik bile açmıyorsun bazen.
Çünkü yolun kendisi anlatıyor sana unuttuğun her şeyi.
Bir virajda çocukluğunu,
bir mola yerinde yalnızlığını,
bir dağın eteğinde kaçırdığın fırsatları hatırlıyorsun.
Ve hatırlamak acıtmıyor artık.
Sadece içini buruyor.
Çünkü geçip gitmiş olanın yerine
konabilecek bir şey kalmamışsa,
acı da sessizleşiyor.
Tunceli’ye vardığında
bir şey değişiyor.
Gürültü bitiyor önce.
Sonra koşmak zorunluluğu.
Sonra kendini anlatma ihtiyacı.
Çünkü burada kimse senden bir şey istemiyor.
Sadece varsın.
O kadar.
Yorulmuş,
susmuş,
ve belki biraz da unutturulmuş biri olarak varsın.
Ama bu şehir sana dönüp demiyor ki,
“nerelerdeydin?”
Sadece otur, diyor.
Bir çay koy,
bir sigara yak,
hiçbir şey düşünmeden otur.
Evde annem var.
Ve annemi anlatmak,
bir hayatı bir cümleye sıkıştırmak gibi.
Olmaz.
Ama deneyeyim.
Annem…
Hayatla arası hiçbir zaman kolay olmamış bir kadın.
Ama gülümsemekle başa çıkmayı öğrenmiş.
Eli hamurla yoğrulmuş,
sırtı yıllarca ağır yük taşımış,
ama omuzlarını hiç düşürmemiş.
O, bana göre dünyanın en az şikayet eden insanı.
Çünkü onun için bir şeyi dile getirmek,
belki de daha çok can yakmak demekti.
Ve o buna hiç meyletmedi.
Beni asla kısıtlamadı,
ama hep uzaktan izledi.
Bazen sadece bakışıyla,
bazen hiç konuşmadan yıkadığı bir bardakla
beni olduğum yerden toparladı.
Çok şey bilirdi,
ama hepsini anlatmazdı.
O yüzden gözlerine bakmak yeterdi.
Ne dediğini sen anlardın.
Onun yaptığı yemeğin tuzunu eleştirmek ayıp gibi gelirdi.
Çünkü o yemeği yaparken ocağın başında
kendi geçmişini karıştırmıştı zaten.
Bir kahvaltıya oturduğumuzda,
ben aslında onunla geçmişin tüm sabahlarına oturmuş oluyordum.
Bir yumurtayı paylaşmak,
bir kahveye bisküvi banmak,
hayata katlanmak oluyordu bazen.
O kadın beni hiçbir zaman “başar” diye büyütmedi.
Ama hep “devam et” dedi.
Ve bu, hayatta duyduğum en kıymetli şey olabilir.
Onun varlığı,
bütün şehirlerden daha gerçekti.
O yüzden ev dediğim şey dört duvar değil,
onun kahkahasının yayıldığı odalardı.
Eğer bugün hâlâ sabah kalkıp bir bardak su içebiliyorsam,
o kadının varlığı sayesindedir.
Ama huzur bile uzun sürünce içini kemiriyor.
Kendini hatırlatıyor.
Kaçmak değil,
yok olmak isteği geliyor.
Ve ben Ankara’ya gidiyorum.
Ankara benim için bir saklanma yeri.
Pek konuşmam burada.
204 numaralı odada kalırım her seferinde.
Pansiyonun camı tam kapanmaz,
ama perdeyi düzeltmem.
Yatak gıcırdar,
ama yerini değiştirmem.
Çünkü orası bana ait.
Ve ben orada kendimle yalnız kalabiliyorum.
Ses yok.
Yargı yok.
Beklenti yok.
Sadece ben ve içimde birikmiş birkaç şey.
Geceleri bira içmeye çıkarım.
Hep aynı masa.
Duvar dibi.
Sol köşe.
Bir duvarı izlerken geçen zaman,
insanı çok değiştirebiliyor.
Bir garson geliyor,
bir daha uğramıyor.
Kimse bana “bir şey lazım mı?” demiyor.
Ve bu iyi.
Çünkü ilk kez bir şey istemediğimde de
var olabiliyorum.
Ankara’da işler olur.
Toplantılar, konuşmalar.
Masaya otururum.
Karşımdakiler çoğu zaman “başlayalım” der.
Ben bazen başlamam.
Çünkü neye evet diyeceğimi artık biliyorum.
Bir şeyi yapabileceğimi biliyorum
ama yapmak zorunda olmadığımı da.
Ve bu fark,
hayatta kalmanın asıl tanımı belki de.
Sonra yine İstanbul’a dönüyorum.
Aynı ev,
aynı sokak,
aynı fatura.
Ama ben biraz daha sessizim.
Biraz daha ağırım.
Biraz daha gerideyim.
Ve içimde hâlâ maviye çürüyen şeyler var.
Solmamış ama büyümemiş.
Bekleyen.
Sadece bekleyen.
Ben üç şehirde yaşadım.
İstanbul’da nefes aldım ama boğuldum.
Tunceli’de sustum ama iyileştim.
Ankara’da kendimi unuttum ama biraz daha yaklaştım kendime.
Ve hâlâ buradayım.
Bir banka oturup,
bir sigara yakıp,
hiçbir şey demeden içime bakarak geçen günlerim var.
Sadece kendi kendime anlatabildiğim hikâyelerim.
Ve onları taşıyabildiğim sürece,
yaşadım sayılıyorum.
Pertek/Feribot ❤️