Ben aslında bir keşim. Ama öyle köşe başında sarma yapanlardan değil. Benim bağımlılığım reçeteli. Barkodlu. SGK onaylı. Doktor mühürlü. Yaşamak için günde altı buçuk doz ilaç içmek zorundayım. Eğer birini bile aksatırsam, vücudum kendi içinde bir darbe planı hazırlıyor. Ya epilepsi sahne alıyor ya tansiyon zıplıyor ya da damarlarım bana “bu yolun sonu açık” deyip terk ediyor. Hayatım, ilaç saatlerine göre bölünmüş bir sahne arkası yönetim planı gibi. Oyuncular hazır, replikler belli, ama rejiyi ben değil, hap kutuları yapıyor.
Sabahları alarm çalınca ilk yaptığım şey uyanmak değil. İlk işim: üçlü kombo. Bir adet tansiyon ilacı, bir adet epilepsi ilacı, bir adet de kan sulandırıcı. Bunlar içilmeden güne başlamıyorum. Kahvaltıdan önce içmem gereken tek şey bu üçlü. Yoksa gün başlamıyor, başlamaması yetmezmiş gibi muhtemelen de bitiyor. Her sabah bir parça umutla değil, bir bardak su ve üç doz ilaçla kalkıyorum yataktan. Çünkü biliyorum ki bu ilaçlar içilmezse, bedenim bana “bugün vedalaşalım” diyor.
Öğlen geldi mi, yine tansiyon beni yokluyor. “Kardeşim, saat geldi. Hadi iç şu ilacı da ortalığı ayağa kaldırmayayım” diyor damarlar. Bazen uykum geliyor, bazen yemeği unutuyorum, ama tansiyon ilacını unutursam başımın çaresine bakamıyorum. Göz kararıyor, dünya dönüyor, kulaklarımda bir uğultu başlıyor. O sırada iç sesim “keşke ayran içseydim” diyor. Ama hatırlıyorum… Ben hipertansiyon hastasıyım lan. Tuzu görsem bile tansiyonum kabarıyor. Tuzlu ayran benim için sıvı ölüm.
Akşam ise kapanış vakti. Son perde. Bir epilepsi ilacı, bir tansiyon ilacı daha. Vücut “bu günü atlattık ama geceyi de sağ çıkarsak süper olur” diyor. Sanki gün boyu alınan ilaçlar yetmemiş gibi, geceyi de nöbette geçiriyoruz. Ama içmesem, sistem hemen tepki veriyor. Bir kere epilepsi ilacını geciktirdim, beyin bana “şov zamanı” dedi. Gözüm karardı, bir anda yere düştüm. Flash TV halay sahnesi gibi titremeye başladım. Ama tek kişilik kadroyla, müziksiz, ritimsiz, sadece bilinçsizlik ve kaldırım taşlarıyla baş başa. İnsanlar başıma toplandı, biri ambulansı arıyor, biri “abi şekeri mi düştü” diyor, ama ben orada yokum. Offline’ım. Kafam başka bir evrende.
Ve dil altı hapım var. O artık sürpriz yumurta gibi. Ne zaman atacağım belli değil. Kriz mi bastırdı? Kalbim roket gibi mi atmaya başladı? Gözüm karardı mı? O zaman dil altına yapıştırıyorum hapı. 20 saniye sonra beden yavaş yavaş normale dönüyor. Ama o saniyelerde, ölümle göz göze geliyorum. Öyle dramatik değil, daha çok pasif-agresif bir bakışma. “Bak yine geldim ama bu seferlik affettim” diyor sanki. Ben de başımı çevirip su içiyorum. Çünkü yaşamak bazen göz kaçırmakla mümkün oluyor.
Bazıları hâlâ bana “gençsin oğlum, bu kadar ilacı ne yapıyorsun?” diyor. Gülüyorum. Çünkü bilmiyorlar. Ben zaten içtiğim ilaçlarla gencim. İçmesem yaşımdan önce yaşlanırım, hatta mezun olurum bu hayattan. Hayatım alarm saatlerine ve kutu kutu ilaca bağlı. Sabah-akşam ben değil, moleküller karar veriyor nasıl hissedeceğime.
Annem yıllar önce “evladım uyuşturucuya bulaşma” demişti. Haklıydı. Ben de gittim en yasalisine bulaştım. Devlet destekli, eczane çıkışlı, doktor onaylı keş oldum. Her gün içtiğim ilaçlarla ayakta duruyorum. Yoksa bu beden beni çoktan yere sermişti. O yüzden yaşamak, sandıkları gibi basit değil. Benim için yaşamak, ilaç saatine sadık kalmak, sistemin çökmesine izin vermemek, Flash TV gibi titrememek, tuzlu ayranla flört etmemek demek.
Ve ben hâlâ buradayım. Belki biraz yorgun, belki biraz ilaçlı, ama hâlâ ayakta. Çünkü yaşamak, gerçekten de… dozunda alınca güzel.
İlaçlarıma Teşekkür Ederim
Bu satırlar bir teşekkür borcudur.
Hayatta kalmamı sağlayan, bazen beni ayakta tutan, bazen yatağa düşmemi engelleyen, bazen titrememi durduran, bazen kalbimi yormayan ilaçlara…
İsimlerinizi bir eczanede, bir kutunun üzerinde gördüğümde belki sıradan görünüyordunuz. Ama siz, benim için sıradan değildiniz.
Teşekkür ederim Keppra. Epilepsinin kafama çökmeye çalıştığı anlarda, sessizce devreye girip “merak etme, ben buradayım” dediğin için.
Teşekkür ederim Depakin. Sen de epilepsiyle savaştım dediğin anlarda yanımdaydın. Beynimin içinde deliren elektrikleri susturmak için elinden geleni yaptın. Bazen ağırdın, bazen zor geldin, ama hep oradaydın.
Teşekkür ederim Dideral ve Beloc. Kalbimin ritmini sakinleştirip, bedenime “panik yapma, kontrol bende” diyebilmeme izin verdiniz. Ellerimin titremesini durdurdunuz, içimdeki çırpınmayı bastırdınız.
Teşekkür ederim Norvacs, Vasoxen, Coveram. Tansiyonum uzaya çıkmak isterken beni tekrar yere çeken güç sizdiniz. “Sakin ol, hâlâ yaşıyorsun” dediniz damarlarıma.
Teşekkür ederim Enox 0.6. Sessiz ama etkiliydin. Ufak bir iğneyle büyük felaketleri önledin. Damarlarımı açık tuttun, içimdeki görünmeyen riskleri savuşturdun.
Ve teşekkür ederim Coraspirin. Kimsenin ciddiye almadığı küçücük bir hap olarak, sen damarlarımda devrim yaptın. Sessizce dolaştın, kalbimi korudun.
Adını sayamadığım, reçetelerden silinen ama bir dönem hayatımın tam ortasında olan diğer ilaçlar… Size de teşekkür ederim. Geldiniz, görev yaptınız, sessizce çıktınız hayatımdan. Ama izi kaldı. Her birinizin molekülünde bana ayrılmış bir ömür vardı.
Ben bugün hâlâ yaşıyorsam, siz varsınız diye.
Bazen sizden nefret ettim, midemi bulandırdınız, uykumu kaçırdınız, moralimi bozdunuz. Ama inkâr edemem: beni hayatta tuttunuz.
İlaçlara teşekkür edilmez sanılır.
Ama ben teşekkür ediyorum.
Çünkü siz olmasaydınız, ben çoktan olmamış olabilirdim.
— Teşekkür ederim, kimyasal dostlarım.
(Başlık seçiminde yardım eden Amerikalı kara kızan Travis abeye teşekkürler)
Yavaş yaşa, mesafe hep aynı