Hayat bana küçük yaşlarımdan itibaren hep aynı öğüdü verdi. Daha doğrusu çevremden, ailemden, toplumdan hep aynı cümleleri duydum. “Hayata sıkı sıkıya tutun, bırakma, diren, ne olursa olsun yaşa.” Bu sözleri ezberlemiştim. Bütün defterlerime yazabilirdim. Ama sonra gördüm ki insan hayata tutunmaya çalıştıkça aslında ölüyor. Oysa ölüme sarıldığında yaşamı daha çok hissediyor.
Bu söz kulağa ilk başta çelişkili geliyor. Çünkü ölüm dediğimiz şeyden hep korkmamız öğretildi bize. Ölüm, karanlık, soğuk, kaçınılması gereken bir son gibi anlatıldı. Ama ben kendi hayatımda bunun tersini gördüm. Ölümle tanıştım. Hem bedenimde hem ruhumda. Birden fazla kez kıyısına geldim. Ve her gelişimde fark ettim ki ölüm, aslında yaşamın kendisini daha değerli kılan bir ayna.
Yaşama tutunduğum dönemlerde hep kaygıyla doluydum. Daha çok çalışmak zorundaydım, daha çok kazanmalıydım, daha çok sevilmeliydim. Hep bir daha fazlası… Ama o fazlalıkların altında ruhum eziliyordu. İçimdeki ışık sönüyor, gülüşlerim sahteleşiyor, kalbim ağırlaşıyordu. Yaşama tutunmaya çalışırken aslında yaşamı kaybediyordum.
Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde insanın en temel sorusunu sorar. “Hayat yaşamaya değer mi?” Sisifos’un taşı tepeye çıkarmak için verdiği sonsuz uğraş, insanın varoluşunu temsil eder. Camus der ki, insan o taşın anlamsızlığını kabul ettiği anda özgürleşir. Ben de kendi taşımı yuvarlıyordum. İş, para, onay, başarı… Her defasında taş tekrar aşağı düşüyordu. Ve ben yeniden, yeniden, yeniden başlıyordum. Camus’nün dediği gibi, belki de mesele o taşı sevmeyi öğrenmekti. Ama ben fark ettim ki taşın altında ezilmemek için önce ölümle barışmam gerekiyordu.
Ölüme sarıldığımda hayat bana başka bir yüzünü gösterdi. Çünkü ölümün kaçınılmaz olduğunu kabullendiğimde yaşamın kıymeti arttı. O zaman anladım. Ölümden kaçmaya çalıştıkça ölüyordum. Onunla barıştıkça yaşıyordum. Çünkü ölüm bana her gün fısıldıyordu. “Bugün senin son günün olabilir. O halde nasıl yaşamak istersin?”
Bu soruya cevap ararken hayatın küçük ayrıntılarını fark etmeye başladım. Bir bardak suyun serinliğini, sabahın sessizliğini, gökyüzünde süzülen bulutların şekillerini. Annemin kahkahasını, dostumun omzuma dokunuşunu. Daha önce sıradan dediğim her şey aslında bir mucizeydi. Çünkü biliyordum ki bir gün tüm bunlar bitecek. Ve bitecek olması onları daha değerli kılıyordu.
Kafka’nın dünyasında karakterler hep çıkışsız koridorlarda dolaşır. Görünmez mahkemelerde yargılanır, anlamını bilmedikleri cezaların altında ezilirler. Kafka’nın anlattığı o karanlık dünya aslında insanın kendi iç dünyasıdır. Ben de zaman zaman bir Kafka karakteri gibi hissettim. Kendi içimde kayboldum, çıkışsız sokaklarda dolaştım. Ama o karanlıkta bile yaşamın küçük ışıkları vardı. Belki bir sokak lambası, belki bir şarkı, belki bir yabancının tebessümü. O ışıklar bana yol gösterdi.
Mevlana’nın “ölmeden önce öl” sözüne eskiden pek anlam veremezdim. Ama zamanla içimde öldüm. Kaygılarımı gömdüm, hırslarımı gömdüm, beklentilerimi gömdüm. Ve her defasında yeniden doğdum. Bu ölümler bana yaşamı daha berrak gösterdi. Çünkü insan ölmeden önce içinde ölmezse, yaşamı tam hissedemiyor.
Dostoyevski “Bir insanın büyüklüğü, ölümü nasıl karşıladığıyla ölçülür” der. Ölümü kabullenmek, insanın en büyük cesaretidir. Ben de cesareti orada buldum. Ölümle barıştım. Onun gölgesini yanımda taşımayı öğrendim. Korkutucu bir düşman değil, bana yaşamı hatırlatan bir dost oldu.
Artık ertelemiyorum. “Bir gün yaparım” demiyorum. Çünkü o bir gün belki hiç gelmeyecek. Yarın bana verilmiş bir söz değil. Yarın gelmezse, elimde sadece bugün var. O yüzden bugünü daha çok seviyorum. Bugün kahkaha atıyorum, bugün sarılıyorum, bugün yazıyorum, bugün hissediyorum. Çünkü biliyorum ki belki başka bir gün olmayacak.
Cemal Süreya der ki “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” Bu sözü her hatırladığımda içim ürperiyor. Çünkü gerçekten de zaman elimizden kayıp gidiyor. Bir bakmışsın çocukluğun bitmiş, bir bakmışsın gençliğin, bir bakmışsın ömrün. Ve geriye sadece anılar kalıyor. O yüzden kuşlar uçmadan, zaman akıp gitmeden, nefes alıyorken yaşamı hissetmek istiyorum.
Edip Cansever ise “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” derken yaşamın ortaklığını anlatır. Ben artık yaşamı böyle görüyorum. Tek başıma bir nefes, bir damla, bir kalp atışıyım. Ama aynı zamanda bütün insanlarla, bütün varlıklarla, bütün evrenle bağlıyım. Ölüm bana bu bağı da hatırlattı. Çünkü ölüm geldiğinde hepimiz aynı kapıdan geçeceğiz.
Turgut Uyar “Göğe bakalım” der. Ben de her gece gökyüzüne bakıyorum. Yıldızların arasında kayboluyorum. Ve düşünüyorum. “Bir gün ben de yıldızların arasına karışacağım.” O an gökyüzü bana ölümün korkutucu değil, huzurlu bir yüzünü gösteriyor.
Şimdi geriye dönüp baktığımda şunu net bir şekilde görebiliyorum. Yaşama tutunanlar gerçekten ölür. Çünkü hayata tutunmak çoğu zaman kaygıya tutunmaktır, hırsa tutunmaktır, yüklerin ağırlığına tutunmaktır. Oysa ölüme sarılanlar yaşar. Çünkü ölümle barışan insan, yaşamın değerini daha çok hisseder.
Ben artık yaşamı delicesine seviyorum. Çünkü onun biteceğini biliyorum. Ölümle tanışmak bana yaşamı öğretti. Ölüm bana şunu hatırlattı. “Her şey geçici, o yüzden her an kıymetli.” Ve ben bu yüzden nefesimi saklamıyorum, kahkahamı esirgemiyorum, sevgimi gizlemiyorum. Çünkü bir gün bitecek. Ve bitmesi, yaşamanın güzelliğini artırıyor.